Eko-kaygı dünyamız için bir şeyler yapmamız gerektiğinin sinyalidir, çoğu durumda tıbben müdahale edilerek düzeltilecek bir sapma ya da bozukluk değildir. Elbette bazı insanlarda aşırı olabilir. Ama burada çözüm bireysel reçetelerden ziyade toplumsal tavır almada saklıdır. Dünyayı, kaynaklarımızı ne kadar tüketsek de bitmeyeceğine, çevremizi ne kadar kirletsek de doğanın kendini yenileyeceğine inandık. Yani ne yaparsak yapalım, gezegenimizin bir şekilde bunu halledeceğini ve bize bir karşılık vermeyeceğini zannettik. Ama gerçekler katıdır ve eninde sonunda insanın sorumsuzca doğayı tahrip etmesiyle iklim değişikliği denen çevresel felaket kapımızı çaldı ve tüm gerçekliği ile yüzümüze çarpılmış oldu. Kimileri içinde bulunduğumuz bu süreci ‘küresel yok oluş’ olarak adlandırmaktadırlar ki eğer gidişatı değiştirmeyi başaramazsak varacağımız noktanın orası olacağı açık. Doğanın, sel felaketlerinden orman yangınlarına, hava kirliliği nedeniyle oluşan kardiyovasküler hastalıklardan salgın hastalıklara kadar pek çok şekilde tepki veriyor, sağlığı ve yaşamı tehdit ediyor. Sosyal yapımızı ve fiziksel sağlığımızı tahrip eden iklim değişikliğinin ruh sağlığımız üzerinde de bazı etkileri olması kaçınılmazdır. İklim değişikliği, doğrudan müsebbibi olduğu çevresel felaketlerden sonra travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, çeşitli anksiyete bozuklukları gibi akut dönem etkilerinin yanında, uzun dönemde stres birikimiyle çaresizlik ve kaybolmuşluk hislerine, saldırganlık, intihar oranlarının yükselmesine, ümitsizlik gibi belirtilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde kuraklık nedeniyle yeterince ürün alamayan ve ekonomik zorluklar yaşayan çiftçiler arasında intihar oranları artmaktadır. Örneğin Hindistan’da son 30 yılda 60 bin çiftçinin kuraklık nedeniyle intihar ettiği bildirilmiştir. Kuraklık, deniz seviyesinin yükselmesi ve aşırı sıcaklar gibi nedenlerle insanların yaşadığı yerleri terk etmek zorunda kalabiliyor. Zorunlu göç başlı başına bir travma olmakla birlikte insanın doğup büyüdüğü ve derin bağlarla bağlı olduğu mekanı terk etmesi, kesif bir kaybolmuşluk duygusuna, amaç ve anlamın kaybolmasına yol açmaktadır. Tüm bunların yanında kirlenen hava, su ve tükenen kaynaklarımız fiziksel olarak da hastalanmamıza; örneğin uyku sorunları, unutkanlık, bağışıklık sisteminin baskılanması, yeme alışkanlığımızın değişmesi ve mide-barsak sorunlarının artmasına neden olmaktadır. “Eko” kelimesinin Yunanca “ev” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla eko-kaygı evimiz olan gezegenimizin insan eliyle yok edilme tehdidi karşında gösterdiğimiz aslında doğal bir tepkidir. Bu çerçevede bir miktar eko-kaygının çok da geç kalmadan gezegenimizi kurtarabilmemiz için gerekli ve de sağlıklı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ne zaman ki çevre ile ilgili kaygımız beklenenden daha şiddetli olur veya gereğinden daha uzun sürüp işlevselliğimizi ve kişiler arası iletişimimizi bozacak şekilde kontrol dışına çıkarsa, o zaman patolojik bir eko-kaygıdan ya da eko-kaygı ile ilişkili bir bozukluktan bahsedebiliriz. Eko-kaygının aşırı olması bazı insanlarda çevreyle ilgili haberler ve dünyanın gidişatı hakkında aşırı üzülme, huzursuzluk, bazı durumlarda panik nöbetlere varan kaygı atakları, öfke nöbetleri hatta saldırganlık tepkilerine, bir kısım insanlarda ise tam tersine ekolojik meselelerden kaçınma, çaresizlik, umutsuzluk ve hatta uç durumlarda inkar etmeye kadar varabilen tepkilere yol açabilir. Burada başta eko-kaygı olmak üzere iklim değişikliğinin ruhsal etkilerinin tıbbileştirilmemesinin de özellikle vurgulanması gerekir. Sadece ama sadece bir parçası olduğumuz ve birlikte yaşadığımız tüm canlı-cansız varlıkları kuşatan bir kavrayış olmaksızın çözümün mümkün olmadığını bilmeliyiz. Dünyamız hasta iken biz sağlıklı olamayız.