Tıbbileştirmenin nedeni “aşırı teşhis” diyebiliriz çünkü bir şeyin hastalık olabilmesi için öncelikle tanımlanması gerekiyor. Mesela keder, hüzün, utangaçlık, başarısızlık, odaklanamama gibi durumlar da artık tıbbileştirme nedeniyle DEHB (dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu), depresyon gibi isimlerle patolojilere dönüşmüş durumda. Tıbbileştirme, Illich’in perspektifine göre ilk olarak 1960’lı yıllarda ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu bakımdan kapitalizmle birlikte el ele yürüdüklerini söyleyebiliriz. Hatta tıbbileştirme kapitalizmin ekmeğine yağ süren bir durum çünkü her şeyin tıbbi hale gelmesi, insanları daha fazla sağlık endüstrisini tüketmeye yönlendirebiliyor.
Velhasıl tüm bunlar, sosyolog Ivan Illich’e göre bireylerin, sorunlarla baş etme yetilerine zarar verebiliyor. Peki Illich, tıbbın insani baş etme becerilerine zarar verdiğini söyleyerek aslında ne kastediyor?
Tıbbileştirme, insanları kendi sağlık durumları hakkında tıp alanına bağlı hale getirebiliyor.
Tıbbileştirme, hasta ve doktor arasındaki ilişkiyi dengesiz bir hale getirebiliyor. Mesela bireyler, kendi sağlıkları üzerine söz söyleme hakkından kolaylıkla feragat edebiliyor. Bu durumda da insanlar, tıbbın kendi sağlıkları üzerindeki yargısına aşırı muhtaç hale gelebiliyorlar. Illich tam bu noktada, hayattaki sıradan sayılan birçok durumun hastalık olarak tanımlanmasının insanları tıbba bağımlı kıldığını söylüyor. Illich’e göre bu bağımlılık, kişilerin günlük hayat becerilerini unutmasına yol açıyor. Bu bağımlılığı örneklerle şöyle anlaşılır kılabiliriz; menopoz kadınlığa özgü doğal bir durumdur ancak tıp, menopozu bir sorun olarak tanımlayıp kendi alanına dahil ettikten sonra kadınlar menopoz için tıbba başvurmaya, medikal ilaçlar kullanmaya ve menopoz sürecini tıbbın gözetimi-takibi içerisinde yönetmeye başladı.
Bir başka sosyolog Szasz ise tıbbileştirmenin ilk olarak 1970’lerde psikiyatri alanında ortaya çıktığından bahsediyor. En başta söylediğimiz gibi önceden normal karşılanan ruh halleri ve davranışlar, psiyatrinin tanı koymasıyla birlikte anormalleştirilerek depresyon, hiperaktivite gibi isimlerle adlandırılmaya başlandı. Böylelikle bu durumdan muzdarip bireyler, aslında belki de sadece hüzünlü, kederli ve melankolik bir mizaçları olmasından dolayı varoluşlarının tıbbın alanına girmesiyle birlikte psikiyatrik ilaçlar kullanmak ve her hafta belirli günlerde doktor kontrolüne gitmek durumunda kaldı. Her şeyin bu kadar çok tıbbın alanına dahil edilmesi, bireylerin doğuştan sahip olduğu doğal baş etme yetilerine zarar vererek aslında hep bir başkasının bakımına muhtaç hale gelmelerine yol açabiliyor.
Illich’e göre; tıp, sosyal yaşama müdahale ederek insanların acı çekme stratejilerini azaltıyor.
Illich, tıbbileştirmenin uğramadığı kültürler için hayatta kalmanın bir sanat olduğundan bahsediyor. Peki bu durumla ne kastediyor derseniz, aslında acı çekmenin bu kültürler için henüz ortadan kalkmadığına vurgu yapıyor diyebiliriz.
Mesela Illich, sağlığın tıbbi bir hale gelmesi hakkında ilk örneğini doğumun tıbbileştirilmesi üzerine yapmaktadır. 19. yüzyıla kadar doğum normal bir durumken, 19. yüzyıl ve sonrasında artık doğum normal bir süreç olmaktan çıkmıştı. Önceden kadınlar doğum süreçlerinde birbirlerine yardım ederken artık jinekolojik muayeneye gitmeye başlamışlardı. Aslında kadınların hepsi bir zamanlar normal doğum yaparken, günümüzde doğumun daha acısız ve kolay olması için sezaryene başvurdukları görülebiliyor. Tıbbileştirme eleştirisi tam burada devreye giriyor çünkü sezaryen gibi bir yöntemle kadınlar için normal olan bir süreç, tıbbi hale gelmiş oluyor. Yani Illich, bu örnek üzerinden de gördüğümüz gibi hastaların tamamen tıbba bağımlı hale gelerek bir zamanlar normal sayılan birçok özelliklerinden zamanla uzaklaştıklarından söz etmekte.
Kaynaklar: 1, 2, 3, 4